Şimşir Kaşık
Seni biz,
Sakarya’nın Taraklı Bucağı’na, “şimşir kaşık için gelmiş”, bir Acemli (İranlı) olarak tanırız. Doğru mudur yanlış mıdır pek anlamam ama, “şimşir kaşık işinin de” pek ustası sayılmayız.
Ona sordum ki:
Hemşerim, memleket nere?
Adı geçen İranlı imiş.
İster Acemî olup Farsça meram etsin,
ister iki dile de bulaşmış yarı tercüman. Velhasıl kısa kesecek olursak, adam “para için” değil de hatır için - o da vakti varsa - çalışıyor.
Duramadım,
Dedim ki.
“Ne işin vardı da düştün Taraklı’ya sen?”
Bu soruya verdiği yanıtta,
kendi anadilinin AĞZI ile söyleyip vurgulayarak rahatladı.
“AĞIZ,”
Âdemoğlu’nun nereli olduğunu belli eden kimliktir.
“Sesli pasaport.”
Kişiye ve kişiliğe renk veren emâredir.
Yani?
Mahallî kültürün filizlenip palazlandığı çayırdır önemli olan.
Otladığımız çayıra biz, “n â s i p” diyoruz.
Dikkatinizi çekti mi bilmem?
Kimimizin, “sigara sarışı” bile,” farklıdır.
Emsâlini bulmadan nargilen fokurdamaz.
Denk değilse yük, dengi yolda yıkılır.
İçtiğin tütünden tut,
gözünün kamaşmasına kadar git.
Bu küçük farklılıklar önemlidir.
Sonunda konuşurken oluşan zorunlu farklılıklar yoğunlaşıp LEHÇELEŞİR.
Yeri gelince “AĞIZ-TADI” diyoruz da,
neden “AĞIZ-ACISI” demiyoruz?
Burada aranan, “dildeki doğal kuraldır”. O kuralı “hiçbir gramer kitabı yazmaz.
Bazılarımızın, konuşurken kendine has (nevi şahsına münhasır) bir ağız tadı (çeşnisi) vardır.
Duyduğunuz Türkçe’de size doğal görünen çeşitlenmeye biz “AĞIZ” diyoruz.
…
Ben:
Mesleğim öğretmenliğe, Edirne Kız Enstitüsü’nde başlamış biriyim.
Oranın “gömlekli pilavını” iştahla yerim. Benim aklıma Edirne deyince hep o pilav gelir. Siz de gittiğiniz de benim gibi yapın.
Bana,
“yolcu gözü” ile değil de, “hancı gözü” ile bakarsan - ki doğrusu da bu - “boylu boslu”, “pehlivan yapılı” biri olduğumu fark edersin.
Kişiyi yürüyüşünden tut, oturuşuna kadar git. Onun, pehlivan olup olmadığını da anlarım.
Konuşurken olmuş, güreşirken olmuş hiç fark etmez.
Sözü de, “erbâbı” gibi salıp (sarf edip) beğendiresiye anlatan birine raslarsam hemen ona bir “çay” söylerim.
Böylelikle ona, boş sandalyeyi göstererek sohbet için gereken düzeni hazır ederim.
…
Dilinden bal damlayan kişinin sohbeti “şiir” olur. O şiire “denk düşen” sohbete de “muhabbet” denir.
Dostlar beni, “Türk Şiiri’nin” hamurunu yoğurup, mayasın çalmış kişi diye anar.
Ama bir kere de olsun Acem’e hapiste birlikte yattığı kişiyi soramadım; “denk” gelmedi…
Bu memlekette doğup,
Bu memlekette öşerip beslenmiş şair Nâzım Hikmet, “ilhâmı kâğıda dökerek şiir yazmak için, Marksist olmağa gerek yoktur” demiş. Sonrada “bu düşünceyi”, yaşadığı çağın felsefesi olarak teklif etmiş!
Doğa bu denli büyük düşünen bir şairi kendi merceğinde küçültüp boğmuştur.
Şair, - ilgili ayrıntılarda da yazdığı gibi -, eşyayı İSTİFLEYE-yim derken, çamura bulaştırıp, kara vagonlarda, - tekrar tekrar - yıldırasıya çalıştırarak, “zâlimin zülmü bu olsa gerek” dedirtmiştir!
Cesetleri - odun katarı gibi - istifledikten sonra, güya beğenmeyip, tekrar tekrar defalarca istifleten zalim kuşakları besleyenlerden olmuş.
Düşün: Gülak Sürgününü yaşamış bir kişiyi,
Anadilinden de caydırmaya zorlayarak, “bu kadarı da fazla” dedirtmiş.
Biz bu hesabı yapana - hayretle sorup -,
“Anadilsiz Şair ” olur mu dedik. O da bize, “olamaz” dedi.
“Adresine teslim edilmesi (taahhütlü) kesin olan mektup için, “şiiri yaradılışı ile karışık kişi” deyip, ekmeğiyle helâlleşmesine yardım ettik.
Onu,
“yaratılışı ile beslenen büyük şair“ diyerek, izmarit hükmünde üstüne basa basa ezdik de ezdik.
Ahi Naci
#simsir-kasik #ahi #naci